Monday, February 2, 2009

Welcome to My Hometown

İsveç. Bir yıl mı oldu yoksa daha fazla mı, bu toprakların hayalini kuruyordum. Hiçbir şey eskisi gibi olmayacak cümlesinin yerine “cuk” dediği nokta.Ve o büyük gün gelmişti. Birkaç dakika sonra tanıdığın herkesin bir süreliğe hayatından çıkacak olması… Anka Kuşu gibi hissediyorsun. Birazdan ölüp tekrar doğacağım, yeni bir hayata başlayacak, yeni insanlar tanıyacağım.

İlk uçağımdayken hep sırıttım. Rotamız Riga’ya doğru. Beyaz bulutların yansımasıyla 360 dereceye tamamlanan gökkuşağı dışında pek enteresan bir şey yoktu. Bir de kahve aldım. Starbucks termosuma koyup içtim. Ne garip, İsveç’te Starbucks olmayacak.Bununla övünebilirim. Türkiye hakkında ilk özlediğim şey kahve. For the love of coffee…

İkinci uçağımı görünce tırsmadım desem yalan. Pırpırlı uçak… Ve havalanırken o kadar çok pırrr’lıyor ki kulağımızı tıkamak zorunda kalıyoruz. Yolculuğun bu kısmını pek hatırlamıyorum. Sızdım. Gözümü açtığımda aylardır beklediğim görüntüyü yakaladım: Karanlığın içinde yüzen ışık adaları. Gecenin nefesiyle açılış seremonisi diyebiliriz.

Stockholm Arlanda havalimanı beklediğim “Avrupa” ruhunu ilk saniyelerinde yaşattı.Reklamcılık hormonlarım harekete geçti. İletişim sanat değil de ne? Koridorlardan geçerken tüm İsveçliler beni selamlıyordu. “WELCOME TO MY HOMETOWN” ve ünlü İsveçlilerin fotoları. ABBA vardı, Charlotte Perrelli vardı. Galiba İsveç hakkında şimdilik bildiğim tek şey Eurovision. Aaa, Nobel amca…


Süper bir düşünce değil mi? Daha iyisi olabilir mi? Sizi o ülkenin ünlüleri selamlıyor. Bu topraklardan çıkan ve insanlığa malolmuş kişiler. Evime hoş geldin. Gülümsüyorum: Hoşbulduk. İsveç. Hayata değer katan tasarımların ülkesi. Peki biz de yapamaz mıyız aynı şeyi? Hmm, sanmıyorum. Kimleri koyacağız ki? Sertab Erener bir, Fahir Atakoğlu iki, Tarkan üç, Mehmet Öz dört… Yok olmuyor. Sanırım bizim duvarların yarısı boş kalacak. Olmadı tayyibi koyarız. Ama o zaman “Evime hoş geldin.” Sloganı işe yaramaz. Yerine daha bizden, bizi daha iyi yansıtan bir şey koymak lazım. “Ananı da al git.” gibi…

O gece sabahlayacağım havalimanında. Geceleri şehirlerarası otobüs yok. Turist Info-bar’ında bir köşe buldum ve yerleştim. Fiş de var.Laptop’umu kullanabilirim. İlk iş bir DVD izlemek. Sonra yarın son günü olan take-home sınavımı yazmak. Ders mi? Meşrutiyet ve Devrim Tarihi. Jöntürk olmak bir felsefe olarak devam ediyor. Bir Jöntürk’ün kaleminden çıkma Jöntürk ödevi… E be Osmanlı, burada da düşmedin yakamdan. Sevmiyorum seni.


Osmanlıdan sonra biraz daha Avrupalı hissetmem için bir kürlük Eurovision Song Contest DVD’si uyguladım kendime. Tüm performanslar bitince kulaklıkları çıkardım ve o güzel cümleyi duydum:

- Good morning.Would you like Brown or White?
- Sorry, what?
- Brown for whisky, white for vodka.
- Ok. White!


Riga’dan çok kafa bir grup. Hepsi işlerinden kovulmuş. Ve dünya turuna çıkmaya karar vermişler. Hiçbir otel ya da hostelde kalmayacaklar. Sadece terminaller ve havalimanları… Stockholm’den London, ordan Miami… Bir an erasmusu “siktir edip” peşlerine takılasım gelmedi değil.

Ve havalimanından ayrılma vakti. Yolculuk otobüs terminaline. Yeni gün başlıyor. Yeni hayat da başlıyor. Bundan sonrası “my town” kısmının gerçekten “my” olması için devam edecek. Welcome to my hometown… Evine hoş geldin çocuk…

1 comment:

Bence