Saturday, February 28, 2009

Ne diyosam onu yap!

İlkokuldayken her sabah göt möt donması demeden bize "andımız" adlı şiiri okuturlardı. O şairi bi' elime geçirirsem... Neyse, bu herifin bi' dizesi vardı "Varlığım Türk varlığına armağan olsun." diye. Anlamını yıllar sonra çözdüğüm bu hiper-ultra-öküzcesine-psikopat dizeyi bugün uygulayacağım. Ama tabi kendimi armağan etmeyeceğim size. (yeri gelmişken iğrençleşiyim: bedenime sahip olabilirsiniz ama ruhuma asla). Son cümlenin etkisinden çıkmanız için anti-biotik olarak bir Fransız yardımcı olacak size. Kullanım kılavuzu şöyle:

Bu siteye girilir:
http://www.nimportequi.com/videos.php

KANGOUROU adlı video'dan izlenmeye başlanır.

Thursday, February 26, 2009

Modern Republic of Turkey

“Yurtdışına giden her Türk’ün asli görevi ülkesini tanıtmak, temsil etmektir. Nedense Türkler olarak omuzlarımızda bu sorumluluğu hissederiz.” Tam olarak böyle değildi cümle. Geçen sene Boğaziçi’ndeki Türkçe hocam Esra Dicle söylemişti.

Yurtdışına gitmenizin yanında bir de bizim gibi Jöntürk’seniz bu sorumluluğunuz daha da koyulaşıyor. Çünkü artık siz otomatik olarak kültür elçisi konumuna yükseliyorsunuz. Göreviniz yabancıların Türkiye hakkındaki görüşlerini değiştirmek, batıdaki gelişmişliği ise Türkiye’ye getirmek.

Geçen gün Efe’yle Müge’nin Intercultural Communications dersindeki sunumunu izlemeye gittim. Her ülkenin 10’ar dakikası var. Ve bu 10 dakikada ülkeleriyle ilgili istedikleri şeyleri anlatacaklar. Hoca kapanışı bizle yapmak istedi. En son Türkiye sahne aldı. Kültürel değerlerimizden bahsettiler. Genel tema Türklerin sıcakkanlılığıydı. Bakkal amcanın size ne zaman “canın sağolsun” diyeceğinden, “halden anlama”nın ne demek olduğundan, Türk tipi öpüşme kucaklaşmadan, Anadolu’da yolda kalınca insanların sizi nasıl evlerine buyur edeceğinden bahsettiler. Sonra da ağzımızı sulandıran o yemek fotoları… Fonda Mercan Dede’den sufi ezgileri çalıyor.

Buraya kadar diğer ülkelerle aynı. Buradan sonrası işler değişiyor. Bizden başka hiçbir grup, ülkesinin laik olduğunu söyleme gereği duymadı. Bizden başka kimsenin sunumunda laiklik kelimesi geçmedi. Kimse devletin resmi dini olmadığının altını çizmek zorunda kalmadı. Dersin hocası İsveç’li. Eşi Kıbrıs Türk’ü. Bir süre Türkiye’de yaşamış. Her gruptan önce o ülke hakkında kısa birkaç cümle söylüyor. Türkiye’yi anlatırken Ottoman Empire diye başladı konuşmasına. Revolution kelimesi yankılandı salonda. Konuşmasını da şöyle bağladı: “… to Modern Republic of Turkey”. O ana kadar hiçbir ülke için modern deme gereği duymamıştı.

İsveçliler, Shakespeare’in ilham kaynağı Midsummer şenliklerini anlattılar. Hollandalılar turuncuyu anlattılar. Macarlar çocuk oyunu oynayabilecek kadar rahattılar. Amerikalılar şükran gününden bahsettiler. Avusturalyalılar argo cümlelerinden bahsetmeyi yeterli gördüler. Çünkü onların ülkeleri hakkında değiştirmeleri gereken yargıları yoktu. Bizimse ne çok şey vardı söylememiz gereken. En başta demiştim ya temsil etmemiz gerekiyor diye.

Efeler dünden başlayıp bugüne geldiler. Ben muhtemelen tam tersini yapardım. Dünden hiç bahsetmezdim. Sadece bugünden bahsederdim. Hiç alışık olmadıkları bilgileri vermeyi tercih ederdim. Sorsunlar kendilerine “Burası bizim bildiğimiz Türkiye mi?” diye. Şaşırsınlar. Şok olsunlar. Evet büyük bir kültürel zenginliğimiz var. Ama bu kültürel zenginliğimiz bizi nereye kadar götürebilir ki? International Marketing dersimin ilk günü bir soru vardı. Ülkenize ait dünyaca tanınan markalar neler? Sahi, böyle bir markamız var mı bizim? Ya da şarkıcımız var mı? Oyuncumuz? Herhangi bir sanatçımız? Herkesin konuştuğu bir sporcumuz var mı? Bilimadamımız? Hani İsveçle ilgili ilk yazımda bahsetmiştim. Havalimanında “Welcome to my hometown” billboardları vardı. İşte bizim o billboardlara koyacak resmimiz yok gibi. Olmadığından değil aslında, bilinmediğinden… Eğer biz bugünü iyi tanıtamazsak dünü hiç tanıtamayız. Ne zamanki böyle bir sunumda sadece “uzun eşek” oyununu anlatmamız bize yetecek, işte o zaman bugün ne kadar laik olduğumuzu söylememize gerek olmayacaktır. Türkler biraz çalışsa da Jöntürkler bu kadar yorulmasa…


Monday, February 23, 2009

Slumdog Millionaire

Metin yazarı karşınıza gelip hikayesini anlatmaya başladığında "bsg" diyebileceğiniz kadar klişe bir cümle üzerine kurulup sinopsis aşamasında "Ben istemedim gitmeni, kedi istedi." diyerek özür-saçmalaması yapacağınız 8 oscarlı seyirlik...

Bir dakika sonrasını tahmin etmenizi engelleyen bir film. Alın bi' fırt...

Slumdog Millionaire

(Umarım 2. paragraf fuayede dolaşan göbekli sinema eleştirmeni yorumu gibi olmamıştır.)


Sunday, February 22, 2009

Farkına Var(ma)mak

Fotoğrafla uğraşıp bana fotoları hakkında fikirlerimi soran arkadaşlar bilirler. Fotoğraf konusunda bilgim olduğunu söyleyemem. Ama dramaturji konusunda hakkımı yememek lazım. Onlara hep aynı şeyi söylüyorum: Çektiğiniz fotolar bana bir hikaye anlatmayacaksa, bir duyguyu paylaşmayacaksa hiç çekmeyin daha iyi.

Bir de fotoğraf makinesinin ekran jelatinini çıkarmadan soluğun Balat sokaklarında alınmasını pek sevmem. Balat güzel bir yer. Fotoğraf için uygun. Fakat Balat sokaklarında sümüklü çocuk fotosu çekip bunun güzel bulunmasını hep yadırgadım. İnsanların hayatına müdahale etmemeli fotoğraf, uzaktan olmalı sanki. Onlar farkında bile olmamalılar O AN'dan... İşte bunu yakalayamadığımız zaman Balat çocuklarına, hayvanat bahçesi maymunlarıyla aynı muhameleyi yapıyoruz. Hiç etik değil.


52. Dünya basın fotoğrafları ödülleri dağıtılmış. Çok güzel kareler var. Bu sanatçılara, nacizane de olsa blog'umdan fotoğraflarında anlattıkları öyküler için teşekkür ederim. Fark ettirmeden fark ettirdikleri için... Bir göz gezdirin:

Fotoğraf: Yunanistan'da protestolar - Yannis Kolesidis / Reuters

Saturday, February 21, 2009

Into My Face

Şimdi günah çıkaracağım. Bir önceki yazımda bol bol Polonya’yı eleştirdim. Aslında kaç gündür eleştiriyorum. Ama pek rahat hissettiğimi de söyleyemeyeceğim. Kendi kültürüne hayran olup diğer kültürleri devamlı kendi kültürüyle kıyaslayan dar bakış açısına sinir oluyorum. Bunu İsveç’te yapmadım. Niye bilmiyorum ama Polonya’da kendimle çelişip bunu yaptım. Gerçi Polonya için de kendi kültürüm olarak Türkiye ve İsveç deneyimlerimi beraber kullanmam da ayrı bir nokta oldu.

Daha önce de dediğim gibi Polonyalıların “mutsuz ve agresif” kabul ettiğim davranışlarını pek arkadaş canlısı bir yaklaşım olarak bulmasam da komünizmin, komünizm sonrası geçiş döneminin ve İkinci Dünya Savaşının bu bölgenin insanlarını yıprattığını kabullenmek gerek.
Ayrıca kabul etmem gereken diğer bir nokta daha var ki Polonya, Avrupa’ya bakış açımla ilgili çok radikal bir değişikliğe katkıda bulundu. Neredeyse gördüğü ilk Avrupa ülkesi İsveç olan ben, bütün Avrupa’yı Türkiye’den daha iyi durumda zannederken aslında öyle olmadığını İngiliz tiyatrosunda “into your face” olarak geçen yöntemle anlamış oldum. Yani şimdi diyorum ki iyi ki o “aş evi”nin kokusunu duymuşum.

Bu sefer bir fotoğrafla bitireceğim. Bunu Varşova’da kaldığımız hostelin kapısında bulup çekmiştim. Kıssadan hisse diyelim. Into our faces:

Dobra Dobra Polonya (bölüm 2: Varşova)

“Efenim bir burcu burcu Avrupa programıyla daha TRT ekranlarında karşınızdayız.” demek istiyorum açılışımda. Hatta yapmış bile oldum. (demek istemek, bkz. Aptalca Türkçe cümleler no.25)

Polonya’daydık geçen hafta. Lehler diyarı. Niye Leh dediğimizi bilmiyorum. Bizden başka diyen var mı onu da araştırmadım. Hazıra bekliyorum.

Yolculuğa Wizz air adlı pespembe ve mosmor renkli cicili bicili uçak şirketiyle başladık. Biletleri okuyan adamın “gulu gulu” demesiyle de pek bi’ keyiflendim.

İlk hedef Varşova. Varşova, Polonya’nın yeni başkenti. Ankara gibi. Nedir şimdi bu Ankara gibi olmak? Şöyledir: Bi’ kere öyle bol bol gezilecek görülecek yer yoktur. Bir iki önemli nokta vardır. Hızlıca görüp uzaklaşmak gerekir. Mesela elinde komocan bi’ haç tutan ve oraya nasıl koyduklarını hala anlamadığım bir amca heykeli vardır. O amcanın fotosunu çekenler kervanına katılmanız gerek. Yüz milyonuncu fotoğrafçıya da amcayı veriyorlarmış…




Ankara’lı olmanın ikinci getirisi memur zihniyeti ve suratsızlıktır. Tren istasyonundaki biletçi teyzenin bana “niiiee niiiieee tuuu zilotiii” diye çemkirmesini unutacak değilim. (Burada teyze, 25 lira çok fazla, 1 lira bozuğunuz çıkmaz mıydı demeye çalışıyor “kibarca”.)
Bir kale var Varşova'da. Önünde biri kara biri ak iki kadın. Turistleri karşılıyor kadınlar. Diyorlar ki: "Jesus loves and sees you know. He is everywhere. In the toilet, in..." Devamını dinlemedik. Ben sanırım böğürerek gülüyordum.


Varşova’nın en büyük binası komünizmin simgesi olan Stalin’s Weeding Cake. Bu bina o kadar sevilmiyor ki bütün uzun binalar onun etrafına yerleştirilmiş. Kapansın da görünmesin diye. Aklınıza geleni yaptık. Evet, binanın tepesine çıkıp şehre baktık. Burası için Varşova’nın en güzel manzarası deniliyormuş. Çünkü bir tek buradan binayı göremiyorsunuz.
Komünizmle tanışma maceramız Stalin ile sınırlı kalmadı. Elimizdeki öğrenciler ve genç turistler için hazırlanmış karikatürlü Varşova haritasından en ilginç noktaları gezmeye başladık. “Old Communist Restaurant” adlı yeri bulmaya çalıştık. Bir daha çalıştık. Bayağı yoğun çalıştık. Sonra fark ettik ki dakikalardır zaten önünden geçiyormuşuz. O, restoran olmasına ihtimal vermediğimiz izbe, ücra, ucubik yıkıntı aslında restoranmış. Capitalist tabakta sunulmuş bir communist restaurant beklerken, sunumun da communist yapıldığı bir yer çıktı karşımıza. Bana komünizm böyle anlatılmamıştı. Koşar adımlarla uzaklaştık. Zaten açlıktan ölüyorduk. Ya da soğuktan mı ölüyorduk? Kendimizi kapitalizmin şefkatli kucağına bıraktık. Kentucky amca doyur bizi!
Aynı harita’dan ertesi gün “milk bar” adlı mekanı seçtik. Güzel bir “fika” noktası olabileceğini düşündük. (fika, bkz. Cookie monster is swedish) İçeri girdiğimizde iliklerimize işleyen o muazzam yağ kokusu “emin misiniz?” diyordu bize. İçerde yaş ortalaması 50-60 arasındaydı. Hatta takma dişleriyle oynayan bir teyze bile gördüğümü iddia edebilirim. Bu beynimin bana koku yüzünden oynaığı bir oyun da olabilir. Mümkün. Milk Bar’ın literatürde Türkçe’ye şöyle çevrilmesini uygun bulduk: “Aş Evi


Harita şu an layık olduğu yerde: Çöplükte. Harita’dan kurtulunca soluğu Stalin’in pastasına bakan Hard Rock Cafe’nin de bulunduğu mimarlık harikası alışveriş merkezinde aldık. Burada da çok güzel bir Yunan yemeği yedim. Yemekten sonra Varşova’daki en efsanevi dakikalarımızı geçirdiğimiz buz pateni saati geldi çattı. Küçükken yaptığım roller-blade’in faydasını gördüğüm için tüm paten severlere teşekkür ederim.


Toplu taşıma da benden artı alanlar arasında. Efe’nin yazısından direkt aktarıyorum:
“Hayatınızda bir gün yolunuz ola ki Varşova'ya düşer ve toplu taşımaya para ödemeye kalkarsanız, sizin ne yaptığınızı hisseder, Varşovada biter ve bir sürü Leh'in arasında size şap diye bir tokat atarım. Asla bilet almayın. Hatta bilet almak için biletin tam karşılığı para uzattığınızda bile bazen kabül etmiyor şöforler. "Yok kardeşim diyor, bilet yok elimde." diyor. En sık bilet temin edinebilen yer olan otobüste satılacak tek bir bilet olmaması saçmalık. Bence Varşova Belediyesi burdan para kazanmayı haketmiyor. Gitsinler Milk Barlara yatırım yapsınlar.” (http://montingen.blogspot.com/)

Başka bir şey daha dikkatimizi çekti. İnsanlar yorgundu Varşova’da. Yüzler yorgundu. Gülmüyorlardı. Sokaklarda bizi saymazsak kahkahayla gülüp şakalaşan gençler de yoktu. Demir perde yeni aralanmış gibi. Sanki yılların hüznünü atamamışlar üzerinden. Bizle birlikte sanki tüm neşesini kaybedecekti. Tren garından Krakow’a giden gece çufçuf’una binerken bir cümle vardı dudaklarımızda: “Elveda Varşova, seni hep üzgün hatırlayacağız.”

Thursday, February 19, 2009

Yalnızlık Senfonisi

Hani böyle bazı günler olur ya… Of dersiniz… Çok boktandır her şey. Her şey bok gibidir. Bok gibi hissedersiniz kendinizi. Hiçbir şey mi düzgün gitmez dersiniz. Bugün dedim. Dün de dedim. İsveç’te geçirdiğim en boktan iki günü yaşadım.

Oysa güzel başlamıştı her şey. Odamda ufak bir uğur böceği buldum.



Sonra akşam yemeği yedim. Pazartesi pişirdiğim yemeği çarşamba yersem n’olur? Zehirlendim. 2 kere kustum. Sonra 2 litre su içip bir daha kustum. Çarşamba akşamları geleneksel parti gecesi. Tüm arkadaşlarım partiye gitti ben kös kös oturdum. Bir de yetmiyormuş gibi senenin en bomba partisi olmuş. Herkes öyle içmiş ki kimse bir şey hatırlamıyor. Kıskandım. Akrep burcuyum ya. Kudurdum.
Bu sabah da marketing dersine gitmedim. Reklamcılıkmış konu. Duyunca başımdan aşağı kaynar sular döküldü. En sevdiğim konu ve ben yokum. Boktan diyorum ya… Çok boktan.

Annemi özlediğimi fark ettim dün gece ilk kez. Şefkat özledim sanırım. Hastalanınca o bana bakardı. Yalnız hissettim.

Wednesday, February 18, 2009

Bazen yetmiyor yazmak, Bazen yetmiyor susmak...

"... Sometimes it seems that none of what's happenning is real." (Etty Hillesum, 1943, letter from camp)


Nasıl başlamalı? Size bir şey anlatmam gerek. Sevmiyorum bu hikayemi ama söylemem gerek. Önceydi. Çok önceydi. Üniformalı amcalar onu aldığında, porselen bebeği vardı elinde. Bırakmadı hiç onu. Bütün tren yolculuğu boyunca elinde tuttu. Trenden indiğinde karlar vurdu yüzüne. Çok soğuktu burası. Evi gibi değildi. Annesi sarıldı o üşümesin diye. O da bebeğine sarıldı. Hiç soru sormadı babasına. Küsmüş müydü ona? Hayır. Soru sormaması gerektiği söylenmişti ona. Sevmemişti bu amcaları.


Annesi çantasını açtı odaya gelince. Nivea krem çıktı çantasından. Yüzüne sürdü onun. Soğuktan çatlamasındı yüzü, üşümesindi o. Odasını da hiç sevmedi o. Kendi odası gibi değildi. Uyuyamadı ilk gece. Yatağı gibi değildi bu yatak. Çok kalabalıktı burası. Beş kişiyle uyuyordu. Aslında tam beş de değildi. Ama o beşten sonrasını saymayı bilmiyordu. Beş kişiyle uyuyordu o yüzden. Çok fazlaydı beş.


O kadar kalabalıktı ki burası. Merdivenler aşınmıştı. Eski binaları görmüştü. Orda da merdivenler böyle yamuk olurdu. Ama bu bina eski de değildi. Neden merdivenleri yamuk yumuktu?


Öğlen olmuştu. Oyun vaktiydi. Bebeğiyle oynamaya başladı. Sevmemişti onun gülen yüzünü amcalar. Aldılar bebeğini. Yere attılar. Ağladı o. Çok ağladı.



Ağlama dedi annesi. Annesinin de almışlardı sevdiği şeyleri. Kırmızı ayakkabıları vardı. Çok sevmişti vitrinde gördüğünde. Hemen söylemişti kocasına. Evlilik yıldönümlerinde almıştı kocası. Görünce çok sevinmişti.


Çok geçmedi. Babasını götürdü amcalar bir gün. Görmedi bir daha babasını. Güvercinler gördü ama babasını. İzlediler uzaktan. Amcalar bir duvara götürdüler babasını. Arkadaşlarının babaları da ordaydı. Beğenmedi çıkan sesi güvercinler. Uçuştular hemen. Babası da en son böyle gördü dünyayı:



Ne güzel saçları vardı onun. Annesi ipek saçlı kızım diye severdi. Kestiler tüm saçlarını. Beğenmedi yeni halini. Erkek çocuğu gibi olmuştu. Şimdi annesi sevmeyecek miydi onu?


Amcaları görmüştü dün. Ellerinde konserve kutuları vardı. Üzerinde çirkin yüzler vardı konserverlerin. Hepsi de sırıtıyordu. Zyklon-B’ydi yemeğin adı. Okuyamadı tabii o. Ama öyle yazıyordu. Okusaydı da bilemeyecekti. Annesi pişirmemişti hiç zyklon-b.



Banyo vakti dedi amcalar. Çok sevindi. Uzun zamandır yıkamamıştı annesi onu. Ne güzel bıcı bıcı vaktiydi. Banyoya giderken dayanamadı sordu annesine. Nerdeyiz anne? Annesi yanıtladı: Auschwitz.

Sunday, February 8, 2009

Cookie Monster is Swedish!

Kurabiye Canavarı, İsveçlidir. Hem de öyle ucundan azcık değil. Bildiğin harbi İsveçli. Sarı platin saçlı, mavi gözlü İsveçli.

Fika diye bir şey var burada. Wikipedia’ya bile girmiş. “Fika is a social institution in Sweden.” denilebilecek kadar da önem kazanmış. Fika’nın kelime anlamı kahve içmek. Zaten böyle arka arkaya fika fika fika fika deyince fi-ka ka-fi’ye dönüşüyor. Coffee de kahve zaten. Ama yanında olmazsa olmazları var fika’nın. Fika’yı önemli kılanda onlar zaten. Kahvenin yanında yiyecek tatlı bir şeyler almanız lazım. Üstünde kaymağa benzeyen bir kremayla servis ettikleri havuçlu kekleri var. Tavsiye ederim. Bir de arkadaşlık önemlidir fika’da. Yanında tatlı sohbet yoksa fika değildir o fika. O yüzden de İsveçliler fika’ya gitmeyi çok sever. Gün içinde arkadaşlarıyla, aileleriyle, iş arkadaşlarıyla bir ara çalarlar felekten kendilerine. Soluğu fika’da alırlar. Fika’larlar.


Bir grup var Facebook’ta. Fika, tüm dillerde ortak kelime olsun diyor. Sonra devam ediyor: to fika, i fika, he fikas, they go to fika… İyi fikir bence. İstanbul’a dönünce arkadaşlarımla bol bol fikalıycam. Sık sık fikaya gideceğiz. Haydi yeni öğrendiğimiz kelimeleri cümle içinde kullanalım: “Annemler , müsaitseniz, size fikaya gelmek istiyor.”

Ne demiştim. Kurabiye Canavarı İsveçlidir. Çünkü onun hayat felsefesi fikadır.

Saturday, February 7, 2009

Deniz İnsanı

Gün yeteri kadar aydınlık doğmuyor İsveç’te. Sanki önceki güne kaldığım yerden devam ediyorum. Bazen uyandırmanız gerekiyor kendinizi. Bedeninizi değil ruhunuzu… O kadar çok havuza gidesim geldi ki bugün. Yüzme havuzuna 5 aylık üyeliğimi çoktan aldım. Gittim. Kapalıydı bugün. Bu kadar kötü hissedeceğimi düşünmemiştim. Ne kadar çok suya ihtiyacım varmış bugün.

Çareyi duş almakta buldum. Yüzemeyince duş da işe yarıyor. Gizem bebek de hissetmiş Arda bebeğin suya ihtiyacını. O da bıcı bıcı yapsın dedi bana.

Denizi olan şehirleri sevdim hep. İstanbul’da açtım ya gözümü. Ondandır. Daha 7 aylıktım. Doğduktan sonraki 7 ay değil. Annemin karnındaki 7. ay. Fotoğrafları var annemin. Kilyos sahillerinde dalgalar arasında. Belki ondandır. Bütün ailem Balkanlardan. Ege çocuğuyum ben. Belki de ondandır.

Arda. Bulgaristan’dan bir nehir adı. Sengel. Selanik’ten bir nehir adı. Hikaye bu ya, sudan gelmiş adım.

Denizi olan şehirleri sevdim dedim ya… Denizi olmayan şehirlerde de hep denizi düşledim. Sanki her tepenin arkasından dalga sesi gelecek kulağıma. İsveç’i de bundan seçtim aslında. Nehirler, bir sürü nehirler… Göller, bir sürü göller… Stockholm adalardan oluşuyor sanki. Gündüz gözüyle görmedim. Ama gece üstünde uçarken parça parça ışık adaları göz kırpıyordu bana.


Yağmuru pek sevmediğimi düşünürdüm. Yanılmışım. İsveç’te yağmur yağmadı hiç. Sanki, yağsa bir şeyler olacak. Hissediyorum, yağmur yağsa bir şeyler olacak. Yağmur şarkıları var ya. Onları da sevdim. Ara ara bir şarkı mırıldanıyorum: Akşama doğru azalırsa yağmur, kız kulesi ve adalar / Ah burada olsan çok güzel hala, İstanbul’da sonbahar…

Şimdi biraz yağmur olsa. Fincanımda biraz kahve. Kulağımda hafiften bir jazz. Elimde de Sunay Akın’dan satırlar.


Adaları sevdim İstanbul’da en çok. Onlar İstanbul’un çilleri. Teker teker gülümsüyorlar…

Deniz kokan şehirler, deniz kokan şarkılar… Deniz kokan kızları da sevdim. İzmir’in denizi kız, kızları deniz kokar derler. Doğrudur. İnsanı güzeldir denizi olan şehirlerin. Havası güzeldir çünkü. Ne aniden çok ısınır ne de soğur. Yavaşça alıştırır kendine. Kızmaz öyle hemen. Huzurludur.

Renklerden de en çok maviyi sevdim. Turkuaz güzeldir. Keşke Türk bayrağı da turkuaz olsaydı. Ufuklara bakardık belki o zaman.

Rakı balık da güzel giderdi aslında. Geldiğimden beri balık yiyorum kantinde. Ama şöyle denize yakamoz vursa, dalga sesleriyle bi ufak Kara Efe… Çağdaş’la şezlonglara oturuyoruz Olympos’ta. Arada ufak bi‘ masa. Masada biraz kavun biraz peynir. Bardan canlı canlı gitar sesi arkada…


“Kara insanı topraktan, deniz insanı sudan yaratılır.” der Halikarnas Balıkçısı. Pek sevmem Balıkçı’yı. Çokça ölüm geçer hikayelerinde. Bir de palavracının tekidir. Ama şu deniz insanı denilen şey var ya… İşte ortak yanımız o Balıkçı’yla.

Friday, February 6, 2009

... burada annelerin bebekleri

Nasılsın? Belki de hayatımda en çok duyduğum ve hiç düşünmeden yanıt verdiğim soru. İyiyim. Cevaplar belli aslında: iyiyim, orta şekerli, boğaz(lar)ım ağrıyor biraz, mutluyum, mutsuzum… 4 hafta bitiyor İsveç’te. Ve bu dört hafta bana sanırım hayatımda hiç tatmadığım bir duyguyu tattırdı. Huzurluyum. Evet, hayatımda ilk kez huzuru hissediyorum.

Efe’nin yazısından alıntı: “Karlı yollarda bebek arabalarının teker izleri... Kafalarında ushanka'ları yavrucakların. Üstlerinde kar kıyafetleri... Püntik püntik geziyorlar ortalıkta. Bi kere de ağladıklarını görsem. Gülüyor burda annelerin bebekleri. Kızmıyor ki anneler. Fatuları ödeyememek gibi bir derdi yok çünkü kocasının. Kendi de çalışıyor üstüne üstlük. …. Apartmana kim giriyor diye bakmıyor zemin kattaki teyze perdesini aralayıp. Aksine o da açıyor perdesini. "Nasıl huzur içinde yaşadığımı görün." dercesine. Komşusu da "Ben de öyle yaşıyorum, neden bakayım?" deyip bakmıyor hiç içeri. Herkes böyle yapınca Mahalle İnsiyatifi oluşuveriyor. Belki komşuluk ilişkileri gelişmiyor belki ama sağlıklı düşünen beyinler lazım be yav...”


Gülüyor burada annelerin bebekleri. Gülüyor burada insanlar. 4 Hafta geçti kimse kimseyle kavga etmedi burada. Kimse kimseye sesini de yükseltmedi. Kavga etmeden anlaşabilmeyi öğrenecek burada annelerin bebekleri. Otobüslere bütün kapılardan binip inebiliyorsun. Her kapıda akbil kutusu var. Kimse bakmasa da seyahat kartlarını kullanmayı bilecek buradaki annelerin bebekleri. Ön kapıdan binerse şöföre "HEJ" demeyi de bilecek. Otobüslerde balık istifi de taşınmayacaklar.
IKEA’ya gittim. 15 tane kadar kasa var. Sadece iki tanesinde kasiyer. Diğer kasalarda kredi kartı geçiyor. Üstelik aldığınız ürünleri de siz kendi kendinize okutuyorsunuz. Çıkış kapısında öten sensörlerden de yok. Girerken de zaten kimse üstünüzü aramadı. Terör yok ki burada. Aldığı ürünün parasını ödemesi gerektiğini öğrenecek buradaki annelerin bebekleri.
Kampüsün girişinde güvenlik elemanları yok ki burada. Kampüsün etrafında duvarlara da gerek yok. Kimse öğrencilere zarar vermek istemeyecek ki… Sınıf farkları olmayacak ki burada. Size öğrenci muamelesi yapmayacak burada annelerin bebekleri. Öğrencinin öğretmenden farkı olmayacak. Sen bilmiyorsun demeyecek. Gözlerinin içine bakacak, senden ne öğrenebilirim diye.
Tamirci de insan olacak burada, temizlikçi de, müdür de… Ofislerde dikey hiyerarşi olmayacak zaten. Laptoplarını alıp aynı masanın etrafında sohbet ederek çalışacak burada annelerin bebekleri. Aynı yerlerde yemek yiyebilecekler burada annelerin bebekleri, aynı kıyafetleri alabilecekler. Çok aşırı uçurumlar olmayacak maaşlarında. Herkes sevdiği işi yapabilecek. Devlet de Robin Hood’çuluk oynayacak bir bakıma.

Bense Türk haber sitelerini arkadaşlarımın yanında açmaya utanır oldum. Anasayfayı açıyorum. Sakallı bıyıklı çirkin adamlar var. Resim değişiyor çarşaflı kara-fatmalar var. Arkasından magazin geliyor. Arda Turan kız arkadaşıyla evinde öpüşürken görüntülenmiş. So what? Türkiye 72 milyonu seks yapmadan üretti. Şşşt, sus, çocuklara kötü örnek olabilecek içerik. Seks diye bir şey yok. Aman, leylekler falan var. Her şey ne kadar içimizde kalmış. İzlemeyi seviyoruz. Gözetlemeyi seviyoruz. Biri bizi gözetliyor.

Nasılsın? Huzurluyum. Git gide daha çok tat alıyorum. Alışıyorum. Aradıklarımı fark etmeden etrafta buluyorum. İsveççe de konuşamıyorum ki daha. Burada annerin bebekleri de benim kadar konuşuyor zaten. Gülüyor burada annelerin bebekleri. Gülüyor Arda bebek yeniden…

Wednesday, February 4, 2009

Yoğurt

Havalimanındaydım. Önceki akşamki aile içi veda partisinde yediğim pasta ve börekleri uygun bir yere bırakmam gerekiyordu. Bavulumu da yanımdan ayıramıyorum. Kapalı çarşıdaki o adamın tipinden anlamıştım zaten bavulumun tekerinin kırılacağını. Alt katta buldum tuvaleti. Çanta sığmıyor kapılardan. Tek seçenek var: Engelliler tuvaletine girdim. Söylemesi ayıp bi’ güzel… (söylemesi ayıp, bkz. Aptalca Türkçe cümleler no.17) Neyse, işimi bitirmişim. Geçelim temizliğe. Ama o da ne? Taharet musluğu yok bu tuvalette. What the hell? Bir süre umutsuzca etrafa boş gözlerle baktım. Alın size kültür şoku. Tuvalet kültürü de kültürün bir parçası. Tuvalet kültürü dediğimiz bu önemli kültürü de başka hiçbir yerde bulamazsınız. Kıymetini bilin blog’umun =) Neyse, hemen çözüm üretmek gerekiyordu. Alırsın tuvalet kağıdını uzanırsın yandaki lavoba musluğuna…



İlk haftam çok dolu geçti. Induction weak! İçeri girme haftası. Okulun programında bir dolu toplantımız ve seminerimiz oldu. Ama biri vardı ki belki de hayatım boyunca unutamayacağım. Manyak bir adam girdi salona. Bir şey söyledi, anlamadım. Bir şey daha söyledi, yine anlamadım. Sonra şu cümle geldi: “Aranızda Türkçe konuşan var mı?” Hem de gayet güzel bir Türkçe’yle… elimi kaldırdım. “Merhaba” dedi. Sonra yine anlamadığım bir cümle… Bu amcam iletişim fakültesinden. Intercultural Communications dersi veriyor. Türkiye’de yaşamış. Karısı Türkmüş galiba. Hatta ilerleyen günlerde Efe’ye “kaynana”sından bahsetmiş.

Salonda tek Türk bendim. Amca devam ediyor. Comfort Zone’dan bahsediyor. Buraya gelince konfor alanınızdan çıkmış oldunuz diyor. Örnekler veriyor. Bir de çok güzel öğüt veriyor. Hepimiz farklı kültürlerdeniz. Sana normal olan şey, ona garip. Ona garip olan şey, sana normal. Birbirinizin kültürüyle sakın dalga geçmeyin. Kendinizle dalga geçmeyi öğrenin. Örnek dedim ya, o örneklerin hepsinde sınıfta yarılarak gülen ben ve benden beş dakika sonra kopan sınıf vardı. Niye mi? Şöyle: Türkiye’de yaşayan bir yabancının başından geçenler. İlk olay dolmuşta geçiyor. Tabi ilk önce salondakilere dolmuş nedir, dolma nedir, nasıl güzel bir yiyecektir, o anlatılıyor. Sonra inmek isteyen yolcunun “İnek var!” diye üstelemesi… Arkasından kapıcıdan “İki taze erkek” isteyen kadın…

Ev arkadaşlarımı geldikten bir iki hafta sonra tanıdım. Etrafta ayakkabılar var ama ortalıkta insan yok. Bir süre hayaletlerle yaşadığımı düşündüm. 3 arkadaşım var. Biri İran’dan, biri Fransa’dan, diğeri de Güney Afrika’dan… Güney Afrika’dan olan Terry. Aslında bir adı daha var ama ben telaffuz edemiyorum. Zaten çoğu kişi de Arda’yı telaffuz edemiyor. You can call me Arthur. Ya da bana kendi ülkenizden ad verebilirsiniz. Mesela Hollandalı arkadaşlarımdan ithal bir Dutch ismim oldu: Gert.



Kültürler düşüncelerimizi o kadar şekillendiriyor ki… Terry’le sohbet ediyoruz. Latvia’daki ekonomik krizden bahsettim. Afrikalı olduğu için Avrupadaki ülkelerin yerini bilmiyor. Bende Avrupalı olduğum için Afrikadaki ülkelerin ismini bilmiyorum. Latvia bu sene bir kampanya başlatmış. Rus milyoneri Abraham Bilmem-ne-voviç’e ülkelerini satın almaları için reklam yapıyorlar: Yatlarınızı bağlayabileceğiniz çok güzel limanlarımız var. Geçen sene aynı kampanya şöyler diyor: “Lütfen İsveç hükümeti ülkemizi işgal etsin.” Bunu Terry’e anlatıyorum. Çok kötü diyor. Şimdi aç kalacaklar. Hırsızlık artacak, cinayet artacak. Birbirlerini gasp edecekler. Hmm, bu noktada bana dank etti. Ben hiç Letonya’da böyle şeyler olacağını düşünmemiştim. Evet ekonomik kriz var, zorluk çekecekler. Eğlencelerinden kısacaklar. Öteki ihtiyaçlardan kısacaklar. İşte bu Avrupalı bakış açısı. Aynı olaya Afrikalı bakış açısı ise farklı. İşsizlik ve ekonomik kriz kavramlarını algılayışımız ne kadar farklı…

Comfort Zone demiştim ya. Comfort Zone’dan çıkınca yeni bir comfort zone yaratmaya çalışıyorsunuz. Alıştığınız şeyler var, mesela yoğurt. Burada bizim markettekilerin yarısı kadar yoğurt 4 lira falan. Ama alıyorum, yoğurtsuz hayatta kalamayacağıma inanmışım bir kere… Markete gittiğim ilk gün raflarda tanıdık bir şeyler aradı gözlerim. Bütün markalar farklı. Hatta OMOmatik’in adı VIA. Logosundan tanıdım. İşte budur pazarlama. Yer etmiş beynimde. Gördüğüm ilk yoğurt çok sevindirdi beni. Bir dede var üstünde. Hiç Türk’e benzemiyor. Saçlı sakallı bir şey. Üzerinde de şöyle yazıyor: Turkisk Yogurt. Yessss, işte budur. Yoğurdun tadını çok beğenmedim. Tereyağ gibi…



Tabi bu comfort zone eskisinin aynısı olmayacak. Özellikle benim gibi değişim manyağı biriyseniz… Yeni şeyler denemek, hayatın anlamı galiba. Başkalarına da yeni şeyler denetmek lazım. Terry’le yemek yapıyoruz. İkimiz de pilav yapıcaz. Pirinçleri ıslatıp kenara koydum. Boş boş bana baktı. Napıyorsun? Sonra yağ koymama da şaşırdı. İki pilavdan da yedik. Bence onun pilavı tatsız tuzsuz. İddiaya girerim benim pilavımda onun için yağlı. Hiç yoğurt yedin mi dedim. O ne dedi. Denettim. Bak bu Türkiye’ye özgü bir şey. Biz her yemekte yiyoruz. Ama bunun tadı biraz tereyağı gibi. Türkiyedekiler daha güzel. Olsun, Terry bu halini de sevdi.




Fransızlar var bir de. Biz erkekler birbirimize “mumuççç” yaparız ya hani. Hah, işte bu onlarda da var. Üstelik ebelemeç tarzında ilerliyor. “Şabit” diyorlar. “Chat bite”: Cat Dick. Mumuç’tan tek farkı ise ebelediğin kişinin bite’ini tutman. Ve onlar için gayet normal bir oyun bu.Hatta kızların yanında bile oynuyorlar. Biz de kurallarına göre oynarız =)

Bazen kültür şoku yaşıyorsun, bazen yeni şeyler öğreniyorsun, bazen yeni şeyler öğretiyorsun. Ama hepsinden o kadar zevk alıyorsun ki…

Mutfaktaydım. Terry yanımda. Dolabı açsana dedi. Açtım. Ne görüyorsun? Hiçbir şey. Dikkatli bak. Oha, aaa evet.

Yanıt: YOĞURT

Monday, February 2, 2009

Welcome to My Hometown

İsveç. Bir yıl mı oldu yoksa daha fazla mı, bu toprakların hayalini kuruyordum. Hiçbir şey eskisi gibi olmayacak cümlesinin yerine “cuk” dediği nokta.Ve o büyük gün gelmişti. Birkaç dakika sonra tanıdığın herkesin bir süreliğe hayatından çıkacak olması… Anka Kuşu gibi hissediyorsun. Birazdan ölüp tekrar doğacağım, yeni bir hayata başlayacak, yeni insanlar tanıyacağım.

İlk uçağımdayken hep sırıttım. Rotamız Riga’ya doğru. Beyaz bulutların yansımasıyla 360 dereceye tamamlanan gökkuşağı dışında pek enteresan bir şey yoktu. Bir de kahve aldım. Starbucks termosuma koyup içtim. Ne garip, İsveç’te Starbucks olmayacak.Bununla övünebilirim. Türkiye hakkında ilk özlediğim şey kahve. For the love of coffee…

İkinci uçağımı görünce tırsmadım desem yalan. Pırpırlı uçak… Ve havalanırken o kadar çok pırrr’lıyor ki kulağımızı tıkamak zorunda kalıyoruz. Yolculuğun bu kısmını pek hatırlamıyorum. Sızdım. Gözümü açtığımda aylardır beklediğim görüntüyü yakaladım: Karanlığın içinde yüzen ışık adaları. Gecenin nefesiyle açılış seremonisi diyebiliriz.

Stockholm Arlanda havalimanı beklediğim “Avrupa” ruhunu ilk saniyelerinde yaşattı.Reklamcılık hormonlarım harekete geçti. İletişim sanat değil de ne? Koridorlardan geçerken tüm İsveçliler beni selamlıyordu. “WELCOME TO MY HOMETOWN” ve ünlü İsveçlilerin fotoları. ABBA vardı, Charlotte Perrelli vardı. Galiba İsveç hakkında şimdilik bildiğim tek şey Eurovision. Aaa, Nobel amca…


Süper bir düşünce değil mi? Daha iyisi olabilir mi? Sizi o ülkenin ünlüleri selamlıyor. Bu topraklardan çıkan ve insanlığa malolmuş kişiler. Evime hoş geldin. Gülümsüyorum: Hoşbulduk. İsveç. Hayata değer katan tasarımların ülkesi. Peki biz de yapamaz mıyız aynı şeyi? Hmm, sanmıyorum. Kimleri koyacağız ki? Sertab Erener bir, Fahir Atakoğlu iki, Tarkan üç, Mehmet Öz dört… Yok olmuyor. Sanırım bizim duvarların yarısı boş kalacak. Olmadı tayyibi koyarız. Ama o zaman “Evime hoş geldin.” Sloganı işe yaramaz. Yerine daha bizden, bizi daha iyi yansıtan bir şey koymak lazım. “Ananı da al git.” gibi…

O gece sabahlayacağım havalimanında. Geceleri şehirlerarası otobüs yok. Turist Info-bar’ında bir köşe buldum ve yerleştim. Fiş de var.Laptop’umu kullanabilirim. İlk iş bir DVD izlemek. Sonra yarın son günü olan take-home sınavımı yazmak. Ders mi? Meşrutiyet ve Devrim Tarihi. Jöntürk olmak bir felsefe olarak devam ediyor. Bir Jöntürk’ün kaleminden çıkma Jöntürk ödevi… E be Osmanlı, burada da düşmedin yakamdan. Sevmiyorum seni.


Osmanlıdan sonra biraz daha Avrupalı hissetmem için bir kürlük Eurovision Song Contest DVD’si uyguladım kendime. Tüm performanslar bitince kulaklıkları çıkardım ve o güzel cümleyi duydum:

- Good morning.Would you like Brown or White?
- Sorry, what?
- Brown for whisky, white for vodka.
- Ok. White!


Riga’dan çok kafa bir grup. Hepsi işlerinden kovulmuş. Ve dünya turuna çıkmaya karar vermişler. Hiçbir otel ya da hostelde kalmayacaklar. Sadece terminaller ve havalimanları… Stockholm’den London, ordan Miami… Bir an erasmusu “siktir edip” peşlerine takılasım gelmedi değil.

Ve havalimanından ayrılma vakti. Yolculuk otobüs terminaline. Yeni gün başlıyor. Yeni hayat da başlıyor. Bundan sonrası “my town” kısmının gerçekten “my” olması için devam edecek. Welcome to my hometown… Evine hoş geldin çocuk…