Wednesday, February 4, 2009

Yoğurt

Havalimanındaydım. Önceki akşamki aile içi veda partisinde yediğim pasta ve börekleri uygun bir yere bırakmam gerekiyordu. Bavulumu da yanımdan ayıramıyorum. Kapalı çarşıdaki o adamın tipinden anlamıştım zaten bavulumun tekerinin kırılacağını. Alt katta buldum tuvaleti. Çanta sığmıyor kapılardan. Tek seçenek var: Engelliler tuvaletine girdim. Söylemesi ayıp bi’ güzel… (söylemesi ayıp, bkz. Aptalca Türkçe cümleler no.17) Neyse, işimi bitirmişim. Geçelim temizliğe. Ama o da ne? Taharet musluğu yok bu tuvalette. What the hell? Bir süre umutsuzca etrafa boş gözlerle baktım. Alın size kültür şoku. Tuvalet kültürü de kültürün bir parçası. Tuvalet kültürü dediğimiz bu önemli kültürü de başka hiçbir yerde bulamazsınız. Kıymetini bilin blog’umun =) Neyse, hemen çözüm üretmek gerekiyordu. Alırsın tuvalet kağıdını uzanırsın yandaki lavoba musluğuna…



İlk haftam çok dolu geçti. Induction weak! İçeri girme haftası. Okulun programında bir dolu toplantımız ve seminerimiz oldu. Ama biri vardı ki belki de hayatım boyunca unutamayacağım. Manyak bir adam girdi salona. Bir şey söyledi, anlamadım. Bir şey daha söyledi, yine anlamadım. Sonra şu cümle geldi: “Aranızda Türkçe konuşan var mı?” Hem de gayet güzel bir Türkçe’yle… elimi kaldırdım. “Merhaba” dedi. Sonra yine anlamadığım bir cümle… Bu amcam iletişim fakültesinden. Intercultural Communications dersi veriyor. Türkiye’de yaşamış. Karısı Türkmüş galiba. Hatta ilerleyen günlerde Efe’ye “kaynana”sından bahsetmiş.

Salonda tek Türk bendim. Amca devam ediyor. Comfort Zone’dan bahsediyor. Buraya gelince konfor alanınızdan çıkmış oldunuz diyor. Örnekler veriyor. Bir de çok güzel öğüt veriyor. Hepimiz farklı kültürlerdeniz. Sana normal olan şey, ona garip. Ona garip olan şey, sana normal. Birbirinizin kültürüyle sakın dalga geçmeyin. Kendinizle dalga geçmeyi öğrenin. Örnek dedim ya, o örneklerin hepsinde sınıfta yarılarak gülen ben ve benden beş dakika sonra kopan sınıf vardı. Niye mi? Şöyle: Türkiye’de yaşayan bir yabancının başından geçenler. İlk olay dolmuşta geçiyor. Tabi ilk önce salondakilere dolmuş nedir, dolma nedir, nasıl güzel bir yiyecektir, o anlatılıyor. Sonra inmek isteyen yolcunun “İnek var!” diye üstelemesi… Arkasından kapıcıdan “İki taze erkek” isteyen kadın…

Ev arkadaşlarımı geldikten bir iki hafta sonra tanıdım. Etrafta ayakkabılar var ama ortalıkta insan yok. Bir süre hayaletlerle yaşadığımı düşündüm. 3 arkadaşım var. Biri İran’dan, biri Fransa’dan, diğeri de Güney Afrika’dan… Güney Afrika’dan olan Terry. Aslında bir adı daha var ama ben telaffuz edemiyorum. Zaten çoğu kişi de Arda’yı telaffuz edemiyor. You can call me Arthur. Ya da bana kendi ülkenizden ad verebilirsiniz. Mesela Hollandalı arkadaşlarımdan ithal bir Dutch ismim oldu: Gert.



Kültürler düşüncelerimizi o kadar şekillendiriyor ki… Terry’le sohbet ediyoruz. Latvia’daki ekonomik krizden bahsettim. Afrikalı olduğu için Avrupadaki ülkelerin yerini bilmiyor. Bende Avrupalı olduğum için Afrikadaki ülkelerin ismini bilmiyorum. Latvia bu sene bir kampanya başlatmış. Rus milyoneri Abraham Bilmem-ne-voviç’e ülkelerini satın almaları için reklam yapıyorlar: Yatlarınızı bağlayabileceğiniz çok güzel limanlarımız var. Geçen sene aynı kampanya şöyler diyor: “Lütfen İsveç hükümeti ülkemizi işgal etsin.” Bunu Terry’e anlatıyorum. Çok kötü diyor. Şimdi aç kalacaklar. Hırsızlık artacak, cinayet artacak. Birbirlerini gasp edecekler. Hmm, bu noktada bana dank etti. Ben hiç Letonya’da böyle şeyler olacağını düşünmemiştim. Evet ekonomik kriz var, zorluk çekecekler. Eğlencelerinden kısacaklar. Öteki ihtiyaçlardan kısacaklar. İşte bu Avrupalı bakış açısı. Aynı olaya Afrikalı bakış açısı ise farklı. İşsizlik ve ekonomik kriz kavramlarını algılayışımız ne kadar farklı…

Comfort Zone demiştim ya. Comfort Zone’dan çıkınca yeni bir comfort zone yaratmaya çalışıyorsunuz. Alıştığınız şeyler var, mesela yoğurt. Burada bizim markettekilerin yarısı kadar yoğurt 4 lira falan. Ama alıyorum, yoğurtsuz hayatta kalamayacağıma inanmışım bir kere… Markete gittiğim ilk gün raflarda tanıdık bir şeyler aradı gözlerim. Bütün markalar farklı. Hatta OMOmatik’in adı VIA. Logosundan tanıdım. İşte budur pazarlama. Yer etmiş beynimde. Gördüğüm ilk yoğurt çok sevindirdi beni. Bir dede var üstünde. Hiç Türk’e benzemiyor. Saçlı sakallı bir şey. Üzerinde de şöyle yazıyor: Turkisk Yogurt. Yessss, işte budur. Yoğurdun tadını çok beğenmedim. Tereyağ gibi…



Tabi bu comfort zone eskisinin aynısı olmayacak. Özellikle benim gibi değişim manyağı biriyseniz… Yeni şeyler denemek, hayatın anlamı galiba. Başkalarına da yeni şeyler denetmek lazım. Terry’le yemek yapıyoruz. İkimiz de pilav yapıcaz. Pirinçleri ıslatıp kenara koydum. Boş boş bana baktı. Napıyorsun? Sonra yağ koymama da şaşırdı. İki pilavdan da yedik. Bence onun pilavı tatsız tuzsuz. İddiaya girerim benim pilavımda onun için yağlı. Hiç yoğurt yedin mi dedim. O ne dedi. Denettim. Bak bu Türkiye’ye özgü bir şey. Biz her yemekte yiyoruz. Ama bunun tadı biraz tereyağı gibi. Türkiyedekiler daha güzel. Olsun, Terry bu halini de sevdi.




Fransızlar var bir de. Biz erkekler birbirimize “mumuççç” yaparız ya hani. Hah, işte bu onlarda da var. Üstelik ebelemeç tarzında ilerliyor. “Şabit” diyorlar. “Chat bite”: Cat Dick. Mumuç’tan tek farkı ise ebelediğin kişinin bite’ini tutman. Ve onlar için gayet normal bir oyun bu.Hatta kızların yanında bile oynuyorlar. Biz de kurallarına göre oynarız =)

Bazen kültür şoku yaşıyorsun, bazen yeni şeyler öğreniyorsun, bazen yeni şeyler öğretiyorsun. Ama hepsinden o kadar zevk alıyorsun ki…

Mutfaktaydım. Terry yanımda. Dolabı açsana dedi. Açtım. Ne görüyorsun? Hiçbir şey. Dikkatli bak. Oha, aaa evet.

Yanıt: YOĞURT

3 comments:

  1. yaşadım lan sanki erasmusu biraz olsun. sağol:) ben de gitseydim keşke. fırsat kaçtı artık, sağlık olsun:)

    ReplyDelete
  2. sol arkada gördüğün yeşilimki ufak kutu da fıstıklı helva. =) sebahat die bi marka

    ReplyDelete

Bence