Tuesday, June 30, 2009

Dans

Sağ sol… Sağ sol… Bir tur dön. Yeni baştan. Sağ sol… Sağ sol… Bir tur dön.

Çocukluğunda öğrendiği bu Baltık dansını, seneler sonra tekrar yapıyor. Adını bilmiyorum ne dansın ne de O’nun.

Bayram günü gibi özenle giymiş entarisini. Eldivenlerini takmış. Az değil yaşı. Ama gözleri daha da yaşlı. Gençliğinden kalma müzikleri getirmiş yanında. Müzikler eski kasetçalardan geliyor. Alışamamış, sevememiş teknolojiyi belli. Kim bilir daha önce nereye astığı çiçekli tülünü almış. Teknolojinin örtmüş üstünü, eski günlerini ararcasına... Öyle ya… Ne kaldı ki eski günlerden bu yana? Zaman çok şey götürmüş Riga’da. Sovyet yılları, ekonomik krizler… Dünyanın şanssız şehirlerinden birinde şansını arayanlardan sadece biri o da.

Elleri narin narin uçuşuyor havada. Biraz ürkek belki; ama asla utanç duymadan. Tek o değil zaten ekmek parası çıkaran o yolda. İlerde köşede gitar çalan yaşlı bir amca çıkacak karşıma. Sonra meydanda bir başkası saksafonuyla…

Birkaç saat sonra dönüş yolunda yine dans eden teyzeye takıldı gözlerim. Hala orada. Sağ sol… Sağ sol… Bir tur dön. Yeni baştan. Sağ sol… Sağ sol… Bir tur dön. Kaç saat oldu kim bilir.

Genç kızlığında Letonyalı erkeklerin kalbini çarptıran bu dans, şimdi benim yüreğimi acıtıyor. Dönme artık teyze. Dur, dönme…

Saturday, June 13, 2009

"I'm Arda's blurred memory."

Fight Club'ı tekrar izledim geçen gün. Şaka gibi... 10 yıl olmuş. Her gün biraz daha ölüyoruz.

İşin ilginç yani neydi biliyor musunuz? Kendime ait sandığım bi' sürü düşüncenin aslında bu filmden arakladığım kareler olduğunu anladım. 10 yıldır insanların önünden geçerken önümü mü kıçımı mı dönmem konusunda ikilem yaşıyorum. 10 yıldır uçaklardaki oksijen maskelerinin kafa yapmak için olduğunu düşünüyorum.

Yani taklitçiyim. Gene izledim. Gene yapıcam. Ben hala dövüş kulübünün liposakşın sabununu kullananlardanım. Oh...

Monday, June 8, 2009

Bedava

Bedava şu Oslo, bedava
Hava bedava, bulut bedava
Bi' sağnak bi' güneş bedava
Pazar günleri 2'şer saatlik park yeri
Rastlanılan açıkhava konserleri
Opera binasının camları bedava
7/11'dan alınan 9 TL'lik ekmek değil ama
Tuvalet musluğundan içilen su bedava
15 liraya alınamayan magnet bedava
Parasını verdikten sonra Munch müzesini gezmesi bedava
Bedava geziyoruz, bedava

Orhan Veli, Oslo 2009



Ama siz yine de elinize bir gün sihirli değnek geçerse, güzellik yarışmasına katılıp dünya için 3 şey dilemeniz gerekirse, tozlu bir dükkandan tozlu bir lamba bulursanız; Oslo için bi' güzellik yapın. Ucuzlatın.

Sunday, June 7, 2009

In This Funny Little World

Bitti. Tek kelimeye çok anlam yükleriz ya bazen. Bitti işte. Erasmus günleri sona erdi. Arkadaşlarla  vedalaştık. Herkes "uzaklara" döndü...

İsveç'e geldiğim ilk aylarda ödül alan bir konsept otelinin İsveçli mimarının röportajını izlemiştim. "At the end of the day, when you look at the table, it's not a table for me, it's a story." diyordu. Bazı anlar göründüğünden çok şey ifade ediyor. Bazı anlara çok anlam yükleriz bazen.

İsveç'e gelirken kendime şart koşmuştum. Türklerle haşır neşir olmayacağım demiştim. Zaten Türkiye'de bol bol var onlardan. Amaç yeni kültürler tanımak değil mi? Kendime verdiğim sözü tutabildiğim için gururluyum.

En güzel günlerimi geçirdim burada hayatımın. Ne kadar da ihtiyacım varmış her şeyden uzaklaşmaya. Yeniden doğdum derler ya... Arda bebek yeniden doğdu. Birkaç kez hüzünlenip hüngür hüngür ağlasam da huzuru tekrar buldum burada. 2005'ten beri kaybettiğim yaşam sevincimi... Alt üst olan hayatımı toparladım. Yeni hayatımın emekleme devresindeyim...

Güldük eğledik, yedik içtik sıçtık. Yaşanılanlar ve tırnak içindeki "arkadaşlar", muhtemelen bir daha dönmemek üzere denize açıldılar. Baki kalan tırnak dışına taşabilen arkadaşlıklar. İşte Erasmus'un bana kazandırdığı bir numaralı şeyler onlar.

Haftasonu Antoine'ın arabasıyla soluğu Oslo da aldık. Antoine önceki akşamdan kesin 8.30'da çıkmamız gerek diye tutturmuştu. Anlam veremedim ama peki dedim. Yol üzerinde ne idiğü belirsiz bir kente uğradık. Adını bile hatırlamıyorum. Efe'ye sorduğumda Türkçe'sini bile bilmediği bir coğrafi yapı olduğunu söylemişti. Arabayı parkettik. Çok kalabalık. Herhalde çok ünlü bir yer diye düşündüm. İçeri girdik. Etrafta bir sürü çocuk. Çocuklar için bir iklim festivali varmış. Standları dolaştık. Sonra kenarda kurulan kocaman sahneye doğru ilerledik. Barış bana etrafta "Reebok posterleri" var dedi. Sahnedeki iki sunucu Norveççe hikayeleriyle çocukları eğlendiriyor. Arkasından Zimbambe'den ithal bi' enstrüman çalan bi' abla çıktı. Yanında akordeon. Akustik... Keyfime diyecek yok. Derken Antoine ile Efe gitgide kalabalığın önüne geçmeye çalıştılar. Derken bir şey oldu. Tanıdık bir melodi. Bu senenin Eurovision birincisi: Fairytale... Norveççe anons: "Veee karşınızda Alexander Rybak"

Sadece "whaaaaat" diye bağırabildim. Antoine yanağıma öğrettiğimiz gibi Türk tipi bi' öpücük kondurarak söyledi: "This was for you."

8.30'dan çıkmalar, coğrafi şekiller, Reebok posterleri... Her şey yerine oturdu. Son ana kadar hiç bir şey anlamamıştım. Her şey benim içindi. Hayatımın en güzel sürprizi için...

15 dk. sonra ben sırıta sırıta sahneye bakıp tırnak dışına taşmış arkadaşlarımın benim için yaptıklarını düşünürken Efe ağlayarak kafasını omzuma dayadı. Albümündeki tüm şarkılarını biliyorum Alexander'ın... Funny Little World şarkının adı.

"And I don't know for sure
Where this is going.
Still I hope for more, and more.
'Cause who would know that you
Would treat me like a boy,
And I treat you like a girl,
In this funny little world."



Arkadaşlarım mutsuzken ben de mutlu olamıyorum. Antoine ile Efe, diğer Erasmus insanlarından farklı olabildikleri için tırnak dışına taştılar. Efe, Türk olduğu için en iyi arkadaşım olmadı. Sadece en iyi arkadaşımın Türk olması raslantısal bir şanstı. İyi anlar kadar kötü anları da paylaştıkları için...

Bense benim için çırpınan arkadaşıma yardım edememenin huzursuzluğu içindeydim. Elimden gelen tek şey sarılıp sırtını sıvazlamaktı. Ne güzel şeyler paylaşıyoruz şu kısa hayatımızda. Sonra güzel şeyleri kötü şeyler yüzünden unutuyoruz. Birbirimizi sevmeye ne kadar çok ihtiyacımız var. Şu küçük komik dünyada...

Küçük komik dünyama renk katan arkadaşlarıma... Bir kez daha teşekkürler çocuklar.

Thursday, June 4, 2009

Exchange İnsanları 4: Who is Your Girl Friend?

22:42, +6’C, İsveçli karşı komşum Christofer sitede başka bir binanın önünde yarı çıplak titremekte. (Dialoglar akıcılık açısından düzeltilmiştir.)

Arda: Hey, do you need key to get inside?
Christofer: Yes. I was in Vladimir’s vodka party. I lost my keys… I lost my t-shirt… I lost my telephone… I don’t know where my girl friend is…
Arda: Do you remember her telephone number? We can call her.
Christofer: I don’t remember her name. (?)

Nereden geldik buralara: Exchange İnsanları 3: How Much to Drink?

Monday, June 1, 2009

Ufukta Siyah Beyaz

Siyaaaah... Beyaaaaz... Siyaaaah... Beyaaaaz...

Merak etmeyin, "oh ne güzel iki kupayı da alıp 2008-2009'a adımızı yazdırdık, size de bu sezon sevinecek bişiy kalmadı." tadındaki sevincimi burada yaşamıycam. Tamam bugün konumuz siyah beyaz. Ama Türkiye'nin siyah beyazı değil, İsveç'in siyah beyazı...

Türkiye'de BBG formatında ilerleyen Ergenekon Terrör(?bsg) Örgütü davasının İsveç'teki versiyonu Pirate Bay davası. Pirate Bay paylaşım sitesine karşı açılan bu dava İsveçliler'in büyük bir çoğunluğundan tepki görüyor. Bu tepkinin adı da şöyle konuyor: Piratpartiet (Korsan Partisi)

Korsan Partisi, bildiğimiz kanlı canlı siyasi parti. 2006'da seçimlerden 8 ay önce kuruluyor ve %0.6'lık bir oy oranı elde ediyor. Bu daha başlangıç, çünkü 17 Nisan'da 4 İsveçli, Pirate Bay davasından birer yıl hapis aldığında partinin kayıtlı üye sayısı 14.711'e ulaşıyor. Partinin kurucusu Rick Falkvinge durumu şöyle özetliyor: "Bir haftada 3'e katladık ve üye sayısı olarak İsveç'in en büyük 3. partisi olduk. Artık her yerdeydik."

Partinin en dikkat çeken özelliği üyelerinin 30 yaş altı İsveçliler'den oluşması. Korsanlara günün her saati internette raslayabilirsiniz. Çünkü onların diğer adı "geek". Gecenin dördünde Facebook kullanıyor, sabahın altısında blog yazıyorlar.

Korsanların sağ sol parti olma gibi bir arzuları yok. Siyasetin sağ sol'dan öte bir şey olduğunu anlamışlar. Onların parti manifestosu da diğerlerinden farklı: Bilgi paylaşım özgürlüğü ve özel yaşam gizliliği


Parlemento barajı %4 olan İsveç'te Korsan Partisi'nin oy oranı %6-7 seviyesine ulaştı. Bu başarının ilk meyveleri 7 Haziran'da yapılacak olan Avrupa Parlementosu seçimlerinde toplanacak gibi gözüküyor. Ben de İsveç vatandaşı olsaydım oyumu düşünmeden Piratpartiet'e verirdim.

Haydi bakalım Korsanlar... Yelkenler fora!