Tuesday, May 5, 2009

Ingen Reklam Tack!

Ingen Reklam Tack! Başlıktaki üç kelimeden sadece ikincisi tanıdık gelse de aslında bu cümleyle bolca haşır neşirsiniz: "Lütfen reklam bırakmayınız." İsveç’te bazı öğrenci evlerinin kapılarındaki posta deliklerinin üstünde yazıyor bu yazı. Bugün, 17 günlük Avrupa Interrail Turu’mdan derleme bana "Ingen Reklam Tack!" dedirtmeyen çalışmaları anlatan bir analiz okuyacaksınız.


Venezia: Bu görsel, Venedik’in en ünlü ulaşım aracı olup Büyük Kanal’dan geçen 1 numaralı Vaporetto’nun üstündeydi. Casino di Venezia, Venedik’teki tek kumarhane. Reklamdaki sloganların İtalyanca yerine İngilizce kullanımı hedef kitlenin turistler olduğunun açık kanıtı. Slogan seçimi iddialı. Kumar, genel olarak fiziki ihtiyaçlardan çok duysusal (heyecan) ihtiyacını karşıladığından dolayı bu çalışma da heyecan uyandırmaya yönelik hazırlanmış. Bu anlamda sub-slogan diye bileceğimiz “Keep playing.” kısmı gayet ölçülü ve tamamlayıcı bir kullanım olmuş. Sloganın ilgi çekici görselle desteklenmesi güzel. İlk bakışta, farklı heyecan duygularının hepsini teker teker algılama şansımız olmasa da bütünsel olarak amacına ulaşıyor. Arka fon olarak kırmızı kullanılması yerinde bir karar. Hem kırmızının altbeyindeki cognitive etkisinden, hem de Venedik’e özgü bir durumdan: Venedik pastel tonların hakim olduğu bir şehir olduğu için kırmızı gözlerden asla kaçmıyor. Amacı turistleri bir kereliğine mekana çekebilmek olan bu çalışmanın fışkıran heyecan ve merak öğeleriyle bunu başardığını düşünüyorum. Reklam hakkındaki tek eleştirim, uygulamasına gelecek. Vaporetto’nun camlarını kaplayan bu çalışma Vaporetto içinden şehrin yeteri kadar görünmesini engelleyerek küfür etmemize yol açıyor. Turistlerin büyük bir kısmının da bu Vaporetto’ya bindiğini düşünürsek, akılda istemeden de olsa markaya karşı negatif algı oluşturduğunu iddia edebilirim.

Praha: Nisan ayı içinde Avrupa’nın bulunduğum 9 şehrinde de çoğu reklam bolca cinsellik öğeleri içeriyordu. Özellikle Roma tren garını boydan boya kaplayan Emporio Armani görsellerinin yanından geçerken kendimi “seks gibi” demekten alıkoyamadım. Cinselliği salt ilgi çekme amaçlı niteliksiz kullanan bu reklamların yanısıra yerli yerinde nitelikli kullanıma da rastladım. İşte Prag’tan bir örnek:


Reklamın mesajı çok açık. Eğer ayda 490 Kč öderseniz solda görmüş olduğunu baklava baklava karın kaslarıyla sağda görmüş olduğunuz taş gibi kalçaların benzerlerine sahip olabilirsiniz. Reklam, fitness’ın terletici konseptine gönderme yapmadığı, bilakis imrendiren görselleriyle bunu düşünmemizi bile engellediği için benden artı not alıyor. Erkek görselindeki fiyat etiketi kordonu ise espirili bir seçim olmuş. Fiyat etiketlerinde barkotun büyütülerek kullanılması ürünü (kalça ve karın kası) standartlaştırarak –her ne kadar aktif algımızla farketmesek de- herkesin sahip olacağına dair gönderme yapıyor. Görseldeki ışık kullanımı ise erotizmi destekleyen bir seçim olmuş. Bal-dök-yala spor salonu fotoları göstermektense loş ışık kullanımıyla salonun kalitesini yansıtmak güzel bir seçim.


Vien: Hiç çekinmeden Avrupa’nın sanat başkenti diyebildiğim Viyena’dan billboard görseli yerine “word of mouth marketing” ve yılların getirisi olan bir “guerilla marketing” çalışması sayılabilecek bir “ayrıntı” ile karşınızdayım. Elinizde tuttuğunuz sırada enteLLektüel (bakınız entelektüel demiyorum, entellektüel diyorum!) açlığınızı tıka basa doyuran, soyluluğunuza asalet katan bu şey bir menü. Sacher-Torte ile dünyaca ünlü bu asırlık cafe, başarılı service marketing’ini bu güzel ayrıntılarla tamamlıyor. Bana da tebrik etmek ve tatlımı yemek düşüyor.


Budapest: İğrenç şehir Budapeşte’den gördüğüm an aklıma eski bir bilardo cafe afişini getiren yine hoş bir çalışma… Bilardo Cafe’nin farklı konsept geceleri için, bilardo toplarıyla konsepti anlatan çağrışım görselleri çıkarılmıştı. Neyse… Konuyu bulandırmayayım. Basit, yalın ve temiz bir iş. Cuma akşamları balık gecemiz. Friday = Fishday. Akla çabuk girer. Kolay kalır. Bir de haftanın beşinci günü. Yap elinle bir beşlik. Balığıda serçe parmağına tak. Büyük balık küçük balığı yutar ya… İşin ilginci beynimiz, balığı elle yediğimizden dolayı fotoğrafta el kullanımıyla gizli bir çağrışım yakalıyor. Balığın elimizi yemesi ise görsele kafa çevirtip bir daha baktıran yabancılaştırma öğesi olsa gerek…


Jönköping: Bu çalışmanın özgün yanı diğer sıkıcı ve tekdüze giyim firması görsellerinden ayrılması. Yine her zamanki gibi bir fotomodel ve kıyafet var. Sihirli dokunuş, dramaturji ve postürde. Çünkü, bu görsele yandaki fiyat yazısını görmesek asla giyim reklamı diyemeyiz. Brothers markasının yazı fontuyla, fotomodelin mimikleri ve duruşuyla her şey sanki bir dizi tanıtım afişini çağrıştırıyor. Postürdeki enerjik yapı ise baharın geldiğine dair altbeynimize mesaj yollamayı ihmal etmiyor. Atik, mücadeleye hazır ve kendinden emin bakışlarıyla reklam markanın genç işadamı hedef kitlesiyle cukkadanak birleşiyor.

Berlin: Veee geldik Berlin Duvarı’nı gezerken üşenmeyip yolun karşısına geçip fotoğrafını çektiğim afişlere. Afişin altında sayısız kurumun logosu var. Zaten Berlin Duvarı’na nazır billboard kiralamak için finansal verilerin muhteşem olması lazım. Reklam çok kışkırtıcı. Beyninizin homofobi kalkanını bir anda yerle bir ediyor. Tabii burada tam tersini de düşünmek lazım. Hiç çekinmeden bir öpüşme sahnesinin konulması insanların beyninde direkt olarak homofobi kalkanlarını kullandırarak mesajın algılanmasını en baştan etkileyebilir. Bu anlamda bu afiş Türkiye’de asla kullanılamayacak ve haber bültenlerinde kendine bol bol yer bulacak bir hale dönüşecektir. Almanya için durum ne bilmiyorum. Sosyokültürel araştırma yapmadan bir söz söylemem yanlış olur. Umarım istedikleri etkiyi alabilmişlerdir ve eşcinsel toplulukların normal hayat içinde “insanca” görünürlük kazanmalarına katkıları olmuştur.



Afişin Almanya’da ikamet eden azınlık-çoğunluklara hitap edebilmesi için 3 dilde hazırlanması çok hoşuma giden bir kısım. Ancak reklamda dilbigisi kurallarının iyi derecede uygulanması gerektiği olgusu tokat gibi karşımıza çıkıyor. “Sevgi saygıya değer” sloganı bu haliyle “Sevgi saygı”ya değer manasına gelir. Fakat sloganın Almanca “Liebe verdient Respekt” versiyonuna baktığımızda denilmek istenenin “Sevgi, saygıya değer.” olduğunu anlıyoruz. Türkçe ve Almanca versiyonlarındaki saygı kelimesinin ilk harfinin niçin birinde küçük birinde büyük yazıldığına da anlam veremedim.

Almanya’daki bu dikkat çekici sosyal sorumluluk görselinden sonra Berlin metrosunda bulduğum kalıcı duvar yazısı reklamını görmenizi istiyorum. Metronun içindeki reklam karelerinden birinin içinde yer alıyor bu yazı. Bu alan uzun süre reklamverenlere kiralanmamış/kiralanmayacak ve bu “soru”yu her sabah metroya binerken düşünmenize yol açacak. Görseli üzerine yorum yapmadan koyuyorum. Bu sefer sizin kendinizin düşünmesi gerekiyor:

2 comments:

  1. türkçe ve almanca versiyonunda birinde küçük birinde ise büyük çünkü almancanın kuralı sebebi ile cins isimlerin baş harfi büyük yazılır. art niyet yok yani...

    ReplyDelete
  2. aa evet. ilkokulda aldığım almanca derslerini hatırladım şimdi. cins isimler büyüktü. teşekkürler paylaştığın için. =) şimdi daha mantıklı oldu.

    ReplyDelete

Bence