Friday, April 24, 2009

Barut Fıçısı

Değişiyorum. Bazen sabah ürettiğimin fikrimi, Apple'ın efsane CEO'su Steve Jobs gibi akşama değiştiriyorum. Ve bunu söylemeye de çekinmiyorum. Bilakis kıvanç duyuyorum.

2006-2007 sezonunda İstanbul Şehir Tiyatroları'nda beni koltuğuma sıkıca yapıştıran "Barut Fıçısı" adlı oyunu izlemiştim. Makedon yazar Dejan Dukovski tarafından yazılmış. Türkçe'ye her sene başarılı yapımlarla beni etkileyen Yıldıray Şahinler tarafından çevrilip yönetildi. Etkiliyici dekorun arkasındaki isim ise Barış Dinçel'di.

Sahnenin ortasında bir barut fıçısı. Tahtadan. Öyle ufak tefek değil ama... Kocaman bir fıçı bu. 11 sahnesinde farklı dekorları dışarı çıkardı bu fıçı. Dejan Dukovski Balkanlar'da anlatmış hikayelerini. Sözde Balkanlar ya, aslında tüm dünya fıçıda. Şiddet doluydu oyun. Nedensiz bir şiddet... Zaten bu sorgulanıyordu ana konu olarak. Sinirliyiz hepimiz, kızgınız. Nefret ediyoruz, öfke doluyuz. Sahnede değil barut fıçısı, tam şurada kalbimizde.

Oyunun bir bölümünde bu nedensiz öfkemizi açık açık sorgulayan bir replik salonda yankılanıyordu: "Evladım, nasıl bu hale geldiniz siz?"

Sahi, nasıl böyle olduk biz?

Sonradan, talihsizce ettiğimi anladığım cümleler var: "Almanya'daki tüm Türklerden nefret ediyorum." gibi... Interrail'de Berlin'e ve Vienna'ya uğramam gurbetçi tayfaya beslediğim önyargıları derin bir şekilde sarsmayı başardı. Nefretimi sorguladım. Sanırım Türkiye'de bana ait saydığım kültürden farklı bir şeyi temsil ettikleri için kızmıştım onlara. "Biz" ve "onlar" kavramlarını yaratarak... Türkiye'nin sadece "benlerden" oluşmasını istemiştim. Oysa Türkiye'nin renkleri vardı. O renklerden biri olduğumu anlamam gerekliydi. Onlar hem Türkiye'den hem Almanya'dan-Avusturya'dan kabul görmeyen insanlar. İki tarafın arasında kalmışlar. Ne oraya gidebiliyorlar ne de buraya... Bu yüzden daha çok tutunmuşlar birbirlerine. Umut ışığı aramışlar tanıdık suratlarda, sözlerde. İstanbul yerine Berlin'de doğsaydım onlardan biri olmayacak mıydım sanki?

Berlin'de döner-ekmek yediğimiz o büfe... Önce Almanca selamladı amca bizi. Sonra biz merhaba diyince bir anda gözleri ışıldadı. Ben de bir saniyeliğine sanki "eve" döndüm. İşte o an dank etti kafama. Merhaba...

Barut Fıçısı'yla başladı işte tüm bu hikaye. İlk kez derinden anlamıştım hoşgörü ve anlayışın gerekliliğini. Az buz da yol katetmedim. Ama ara sıra ters yöne de adımlar attım sanırım. Bu sabah taa 1961'de çekilmiş bir film yine ters yöne döndüğümü beni tokatlayarak anlattı. West Side Story adı. Batı Yakası'nın Hikayesi... Amerikanlar ve göçmen İspanyollar... Barut fıçısı Amerika'da bu kez.

Hani salonda replik yankılanmıştı ya, bu sefer filmin sonundan bir tirat yankılandı benim kulaklarımda:

- How have you found this gun Chino? Just pulling this little trigger! How many bullets are left Chino? Not for you? And you? All of you! You, all, killed him! And my brother... And Riff... Not the bullets and guns! With hate!

Kurşunla ve silahla değil, nefretle...

"Alamancılar", artık sizden nefret etmiyorum. Sizi anlıyorum. Ve sorgulamaya devam ediyorum.

Sahi, nasıl böyle olduk biz?

1 comment:

  1. ben de bilmiyorum, nası böyle olduk biz? ama senin almanya'da hissettiğin "biz ve onlar" duygusunu, ben sulukule ve tarlabaşı sokaklarında iliklerime kadar hissetmiştim. ben de önyargılıydım insanlara karşı, hep "ben"den olsun istiyordum bu şehirde. ama sonra onların dünyasına girince fark ettim ki,çok keskin bi çizgi çekmişiz aramıza. halbuki o çizgi neden çekilmiş, "neden böyle olmuşuz?" bilen yok. Onları tanıdıkça ve anladıkça fark ettim ki, "biz" olabildikten sonra her şey çok daha güzel. ben de artık onları yargılayan cümleler kurmaktan vazgeçtim, kendimi sorguluyorum, bir de "neden böyle olduğumuzu". ama hala bir yanıt bulabilmiş değilim...

    gülçin

    ReplyDelete

Bence